Bedenimiz, organlarımız bizdedir, bizim değildir. Gözümüzü kullanıyor
olmamız, kulağımızı sese yönlendiriyor olmamız, elimizle dilediğimizi tutmamız,
ayağımızı dilediğimiz yöne sürmemiz, bu organların bizim olduğunu göstermez.
Cinsiyetimiz bile bizim değildir. Biz, ne var olurken var olma sürecini ve şeklini
belirleyebildik ne de organlarımızı, derimizi, dilimizi ve çevremizi
belirledik. Rabbimiz diledi ve var etti. Dilediği gibi var etti; bize hiçbir şekilde
danışmadı. Dilediği zamanda da dünyaya gönderdi. Dileyen O, var eden O, yaşatan
O, öldüren O. Biz kendimizin sahibi
olamadık ki gözlerimizin, ellerimizin sahibi olalım. Biz emanetçileriz. Yaratan Allah’ın yarattığı
bedenlerin ve organların emanetçileriyiz. O dilediği kadar emanetini bizde
bırakacak, dilediğinde de alacak. Bizdeki
emanet bedenlerin, fiziki değerleri bir yana, emanet sahibinin azameti önünde
haddimizi bilmemiz, emaneti kullanma şartlarına O’nun istediği gibi uyuyor
olmamız çok önemlidir. Bizim olmayan bedenlerimizi istediğimiz gibi
yıpratamayız. İstediğimizi yiyip, ölçüsüz giyinip kuşanamayız. Emanetçi, bir
tür kiracıdır. Mal sahibi gibi tasarrufta bulunduğunda kaybeder. Emanet basit bir eşya iken onu zayi etmeyi, hak ihlali
olarak görüp, insanlığımıza yakıştıramıyoruz. Ya o emanet insanın ta kendisi
ise? İnsanın gözü, kulağı ise? İnsanın ciğeri, eli ayağı ise? İnsanın aklı ise?
Emanet metal parçası iken kutsal da, insan eti ve kemiği iken nedir? Allah Teâlâ
yarattı, hayat verdi, nizam koydu. Başıboşluk O’nun yaratmasına ait hiçbir
alanda yoktur. Tam bir ahenk ve düzen O’nun yaratmasına hâkimdir. O, eğer el
verdiyse eli kullanma kılavuzu da göndermiştir. Göz verdiyse, gözü kullanma
kurallarını da belirlemiştir. Göz veren, görülecek şeyleri yaratan, ama gözün
neyi göreceğini belirleyen bir başkası nasıl olabilir? Evet,
koymuş olduğu kurallar, çitlerle çevrili daracık bir daire değildir. Yine O’nun
imtihan etme maksadının bir gereği olarak, göze ve diğer organlara oldukça geniş
bir alan açmıştır. Bu geniş alanda organlarımızı kullanabilmekteyiz. Bu geniş
alanda kimi yerlere ‘haram’ uyarıları, kimi yerlere ‘farz’ uyarıları, bir başka
yere de ‘mubah’ levhaları konmuştur. Kulun, gönderilişi mantığı itibarıyla ele
alındığında, bir tür serbestliği ifade eden mubahların bile sınırsız olmadığı
görülür. Sınırsızlık
insan fıtratına aykırıdır. İnsan, sınırlı bir beden ve sınırlı bir hayatla
gönderildiği dünya hayatını, sınırları kaldırılmış arzularla yaşayamaz.
Sınırsızlık bir tür patlamadır, yok oluşu hazırlamaktır. Bizim çok istiyor, her şeyi tatmayı arzu
ediyor oluşumuz yaratılış tarzımızdan kaynaklanmaktadır. Sınırsız arzuların
sahibi bir bedenimiz, sınırları konmuş bir alanda imtihan edilecektir. Bunun
için yaratıldık, bunun için melekler bizi gözlemektedir. Bu bir hikmettir. Bu
hikmeti idrak eden, Allah Teâlâ’nın neden şuna ‘farz’, buna ‘haram’ dediğini,
öbürünü neden ‘mubah’ olarak adlandırdığını idrak eder. Aklı çalışan ve anlayan
imtihandan sıkılmaz, bunalmaz. Onun için imtihanın zorlukları da lezzete dönüşür. Bu
nedenle, bedenimiz, beynimiz, organlarımız açısından bize sunulmuş olan, onları
kullanma hakkımız, aynı zamanda görevlerimizi göstermektedir. Emanetleri
kullanmak hakkımız, haklarımızı kullanmamız görevimizdir. Görevlerimiz,
Rabbimizin rızasına açılan yolumuzdur. Bakarken lezzet alır, lezzeti verene
hamd eder, hamdin en tabii gereği olarak gözü, kurallar dairesinde kullanır;
böylece de bakarken kazanmış oluruz. İman budur, kulluk böyledir. Gözümüzle
dünyayı gördüğümüz için onu bir nimet olarak takdir ederiz. Gözümüzü takdir
ettiğimiz bir başka yön de onun Allah Teâlâ’nın nimetlerinden bir nimet olması
yönüdür. Nimet olmasının en tabii gereği olarak da onu kullanır, ama
yaratıcısının emri dışında kullanmamaya dikkat ederiz.Değerliyiz Çünkü Allah insanı
kendi eliyle yarattı, ona ruhundan üfledi. İnsana melekleri secde ettirdi. İnsanı
yeryüzünde halifesi kıldı. İnsanı akılla donatarak ayrıcalıklı yaptı. Dünyanın
imarı ile onu mükellef kıldı. İnsanın
hiçbir özelliği olmasa bile sadece onun, dönüp gideceği yerin tekrar cennet
olması, yani insanın cennet için yaratılmış olması dahi, farklı ve değerli
olması için yeterlidir. Allah’a secde etmek için yaratılmış alnın lekesiz
kalması önemlidir. Eğer
secde edecek alnın, o görevini yapabilmesi, çenenin çiğnemesine, midenin
eritmesine, ellerin kaşık tutmasına bağlıysa onlar da alnın secdesine
ortaktırlar. Onlar da secdeden şeref alırlar. Secde için onların da faal
durumda tutulması gerekir.En Büyük Hak, En Büyük Hedeftir Allah’ın bize
lütfettiği en büyük hakkımız, imtihanı kazanıp cennete girmemizdir. Cennet en
büyük nimettir. Cennet, bedenlerimizin bütün yorgunluklarını ve elemlerini
unutacağı yerdir. Cenneti kazanmak için çalışmak, gerekenleri yapmak ise
görevimizdir. Bunun
için bedeninin cennete girmesine engel olacak işleri yapan, kendini cennetten
mahrum kılan, zalimdir. En kötü zalim de odur. Zulmü kendinde kalıyor diye,
zalimlik vasfından kurtulamaz o. Cennette kalmaya müsait yaratılmış bir vücudu,
oradan mahrum kılıp, cehennemde tutmak zulüm değil de nedir? En büyük zulüm odur.
Kendini kulluktan alıkoyan, cennete giden yolunu tıkatan zalimdir. Kendi
hakkını heder etmiş, görevini ihmal etmiştir. Çünkü cennet bir hak, o hakkı
elde etmek için çalışmak da bir görevdir. Allah
Teâlâ, Tahrim suresinin altıncı ayetinde, insanın kendisini ve sorumlusu olduğu
aile fertlerini cehennem ateşinden korumasını bunun için emretmiştir. Beden emanettir,
kuralsız ve ölçüsüz kullanılamaz Bedenin
cehennemde yanmasına sebep olmak suç olduğu gibi, dünya hayatında zarar
görmesine neden olmak da suçtur. Başkalarının bedenine zarar vermekle, kendi
bedenlerimize zarar vermek arasında da bir fark yoktur. Öldürmekle intihar
etmek bu anlamda aynı dosyada ele alınan suçlardır. Ahiretteki cezaları
açısından bakıldığında intihar etmenin, öldürmekten daha ağır bir suç olduğunu
da söylemek mümkündür. Mü’min
bedenini bir emanet olarak gördüğümüze göre, onu korumayı emanet sahibinin emri
gereği korumayı görev bilmemiz şarttır. Bedenin zarar görmesinin nedeni ne ise
o yasaklar arasındadır. Gıda ihtiyacının karşılanmaması, kasıtlı bir hatanın işlenmesi,
organların zarar göreceği bir eyleme neden olunması, ortaya çıkan zararın hacmi
kadar vebale yol açar. Allah
Teâlâ’nın bedenlerimizi yarattığı şekil üzerindeki bir müdahale, ‘müdahale’
halini aldığında suç olur. Erkeğin yaratılış tarzıyla oynanıp kadına
benzetilmesi veya tersi, işlenen suçtaki kasıt kadar vebal çıkarır ortaya.
Çünkü bir canın korunması ile ne kastedilmişse, Allah’ın yaratmasının korunması
ile de o kastedilmiştir. Bizim
birkaç tüy olarak gördüğümüz, bir iki parmak olarak gözlemlediğimiz şey,
Allah’ın yaratma planında mükerrem insanın yaratılış şeklinde önemli bir
parçayı temsil ediyor olabilir. İnsan, mükerremdir. Mükerremliğinin korunması
için Allah şeriat göndermiştir. İnsanın o şeriata uyması, kendini koruması,
nevi cinsini korumasıdır. Ebeveyne
gösterilen ilgi, onlara takdir edilen ikramın anlaşılabilecek mantığı da
buradan geçmektedir. İnsana
alaka, cenin halinden önce başladığı gibi, ölümüyle bile bitmeyen bir zamana
yayılmıştır. Yeryüzündeki her şey hizmetine sunulan insan, ölü bir beden haline
geldiğinde de, yıkanıp yeni bir elbiseye büründürülmeden toprağa konmamaktadır.
Ölmüş hali bile itibar görür.